23 Nisan, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı 1921 yılından bu yana kutlanan ilk ulusal bayramımızdır...

Başlangıçta adı yalnızca “Milli Bayram”dı...

1927 yılından sonra “Himaye-i Etfal Cemiyeti”ne (Çocuk Esirgeme Kurumu) gelir sağlamak  amacıyla “Çocuk Bayramı” adı eklendi...

1935’te adı “Hakimiyet-i Milliye Bayramı”na çevrildi...

1981 yılında ise “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” oldu.

***

Gelin görün ki, zaman içinde “Ulusal Egemenlik” vurgusu bir kenara atılıp “çocukların bayramı” olarak kutlanmaya başlandı...

Elbette çocuklar geleceğimizdir ve onların her günü bayrama çevrilse bile azdır...

Ama 23 Nisan’da yapılması gereken onları birkaç saatliğine makam sahiplerinin koltuğuna oturtup nutuk attırmak değil, onlara kıvanç duyacakları bir gelecek hazırlamaktır...

Bunun için de bu bayram gününde vurgulanması ve çocuklara öğretilmesi gereken ilk şey “Ulusal Egemenlik” kavramıdır.

***

23 Nisan 1921, “meşrutiyetten meşruiyete”, yani meşru yönetim gücünün millete devredildiği cumhuriyete geçiş kapısının açıldığı tarihtir...

“Meşrutiyet” sisteminde bir meclis bulunmasına karşın esas güç otokrasinin, yani tek bir hükümdarın elindedir...

Cumhuriyet ise egemenliğin halka (millete) ait olduğu bir rejimdir.

***

Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplandığı gün olan 23 Nisan 1921 için “kapının meşruiyete (yani cumhuriyete) açıldığı gün” dedik...

Çünkü o tarihe kadar ülke  resmen padişah tarafından yönetiliyordu; dahası padişah aynı zamanda “halife” unvanı taşımaktaydı...

Oralardan 29 Ekim 1923’e, yani milli egemenliğe gelindi.

***

Mustafa Kemal Paşa 1921 yılında Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanı idi, ama ülkede hâlâ  “ikili bir yönetim” hüküm sürmekteydi: Bir tarafta İngiliz işgal kuvvetlerinin esiri olmuş, onların her yaptıklarına onay vererek iktidarını sürdürmeye çalışan padişah ve “işbirlikçileri”, diğer yanda İngilizler ve padişah tarafından düşman ilan edilmiş “Heyet-i Temsiliye” yönetimi...

“Heyet-i Temsiliye”, Erzurum Kongresinde oluşturulmuştu ve fiilen üç kişi tarafından yönetiliyordu: Mustafa Kemal Paşa, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir...

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçtikten sonra padişaha ve İstanbul hükümetine resmen isyan etmişti; İstanbul hükümeti tarafından “isyancı” olarak damgalanmıştı ve idam fermanını boynunda taşımaktaydı...

Osmanlı Hükümeti’nin yenilgisinden sonra Bahriye Nazırlığı yapan ve Mondros Mütarekesini “başmurahhas” olarak imzalayan Rauf Orbay ise Birinci Dünya Savaşında uğranılan yenilginin ardından Rusya’ya sığınmış olan ve oradan bir direniş örgütlemeye uğraşan Enver Paşa tarafından yönetilen İttihat ve Terakki yönetiminin ülkedeki temsilcisiydi...

Kazım Karabekir Paşa da Enver Paşa’ya yakın bir İttihatçı olmakla beraber  15. Kolordu komutanı olarak resmen İstanbul’daki hükümete bağlı olarak genelkurmayın emrinde görev yapan bir subaydı.

***

Yani, üçlü yönetimin içinde bir tek Mustafa Kemal Paşa “eski düzen” ile bağlarını tamamen koparıp atmıştı...

Diğer iki yönetici ve ulusal kurtuluş savaşı önderlerinin neredeyse tamamı kendilerini hâlâ  “padişahın kulu” olarak görmeye devam ediyorlardı...

Hem Rauf Bey’in hem de Kazım Karabekir Paşa’nın padişahlığın ve İngilizlerin ülkedeki nüfuzunun devamına bir itirazları yoktu: yalnızca Yunan işgaline ve ülkenin parçalanmasına yönelik planlara karşı çıkıyorlardı. Düşünce ufukları ise meşruti yönetimin sınırlarının ötesine uzanamıyordu. Onlara kalsaydı, Yunan ordusunun Anadolu’dan kovulmasından sonra İngilizlerle uzlaşılacak ve mücadele bitmiş olacaktı...

Oysa Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül 1922’de düşmanın denize döküldüğü günün akşamı kendisine “çok yoruldunuz paşam, artık istirahat edersiniz” diyen Halide Edip’e, “Dur bakalım, daha yeni başlıyoruz” diye cevap veriyordu.

***

O nedenle, Sivas Kongresinden sonra direnişin ülke çapında merkezileşmeye başlamasından korkan İngilizler padişah Vahdettin’e bir süre önce dağıtılmış olan Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da yeniden toplanmasını kabul ettirdiklerinde Rauf Bey Heyet-Temsiliye yönetimini fiilen terk ederek hemen İstanbul’daki Meclis’e katılmış ve orada eski İttihatçılardan oluşan grubun başına geçmişti...

Kazım Karabekir de onun bu kararını desteklemişti...

Mustafa Kemal Paşa ise İngilizlerin işgali altında olan İstanbul’daki Meclis’in bir padişah fermanı ile toplandığını, bir başka fermanla kapatılacağını, İstanbul’a çağrılmalarının Ankara’da oluşan yönetimi dağıtmak için İngilizler tarafından hazırlanmış bir komplo olduğunu savunmuş ve Ankara’da kalmayı yeğlemişti...

 O dönemde Ankara, Padişah’ın fermanı ve Şeyhülislam’ın fetvasıyla kışkırtılmış asiler tarafından kuşatılmış mahrumiyetler içinde kıvranan küçük bir Anadolu kentiydi; Atatürk, adeta kaderine terk edilmiş olan bu kentte yalnız başına kalma pahasına yolundan sapmamıştı.

***

Sonuçta Mustafa Kemal Paşa’nın öngörüleri bir bir doğrulandı... Rauf Bey, Meclis-i Mebusan İngilizlerin baskısıyla padişah tarafından dağıtıldıktan hemen sonra bir çok mebusla birlikte tutuklanarak Malta’ya sürgüne yollandı...

İstanbul’dan kaçan yurtseverlerin artık sığınabileceği tek bir yer kalmıştı: Mustafa Kemal’in onları beklediği Ankara...

Türkiye’nin ilk gerçek meclisi o kentte Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde toplandı.

***

23 Nisanlarda çocuklarımıza bu tarihi öğretmeliyiz.