Tolga ALCA

 Müziği, resmi, heykeli, romanı ve birçok sanatsal faaliyeti derinlemesine anlayabilme ihtiyacının toplumun ezici çoğunluğu tarafından gerek görülmemesi, bazı eser sahiplerini de “kullan at” anlayışına yönlendirdi. Niteliksiz, sığ, bir mesaj içermeyen ya da topluma bir şey sunamayan ama adı “eser” olan birçok meta ile karşı karşıyayız. Bu akıma meydan okuyan ve okuyucusunu bir “mücadele” içine sokmaya çalışan Mimar-Yazar-Eğitmen Emre Timur, Başkent’e konuşarak, “Aslında kitaplarımda üç katlı form kullanırım. Yüzeyde heyecanlı bir tikeller manzumesi görürsün. Bunu her okur görebilir ki bu da kitabı okunur kılar. İkinci katta mesajlarım, alt metnim vardır. Buraya inemez çoğu... Tikellere takılıp kalırlar. Bir de en alt kat vardır ki bu kat derin bir tahkik ve müdakkik bir analiz yetisi ister. İşte bu katta asıl diyeceğimi diyorumdur. Bu kata inebilen de çok azdır” dedi. İlk basılı eseri olan “Palyaçonun Listesi” ile dikkatleri çeken ve sonrasında; “Ötekiler”, “Sizofren: Bir Şizofrenin Akıl Almaz Hayat Hikayesi”, “Us” kitaplarını okuyucusuyla buluşturan Emre Timur, samimi açıklamalarda bulundu.

·       Bize kendinizden bahseder misiniz? 

Kendimden bahsederken hep zorlanmışımdır. Yaptıklarım ettiklerimin ya da hayallerimin dışında kimim, bilmiyorum. Ben mimarlık eğitimi aldım ama şansım oydu ki Türkiye’nin felsefeyle en içli dışlı mimarı dekanımızdı. Huzur içinde uyusun Hüseyin Yurtsever, beni ilk harekete geçiren kişi o oldu. Mimarlık ve felsefeyi iyi bilen kişi, her işin üstesinden gelir, bunu öğretti. Belki edebiyat gibi bir evladı doğuran da bu anne baba oldu; mimarlık ve felsefe... Evet, meşgul olduğum şeyler bunlardı. Kitaplar yazana kadar beni pişiren de bunlar oldu. Çeşitli düşünce ekollerine girdim, duruşum Varoluşçu Stoacılık’ta sabitlenene kadar epey yalpaladım diyebilirim.

·       Bize kitaplarınızdaki karakterler hakkında, okuyucularımız açısından ipuçları sunabilecek bilgiler verebilir misiniz? 

Karakterlerim hep tarihte bazı figürlere göz kırpar. Bunu kimisi anlar, kimisi anlamaz. Aslında kitaplarımda üç katlı form kullanırım. Yüzeyde heyecanlı bir tikeller manzumesi görürsün. Bunu her okur görebilir ki bu da kitabı okunur kılar. İkinci katta mesajlarım, alt metnim vardır. Buraya inemez çoğu... Tikellere takılıp kalırlar. Bir de en alt kat vardır ki bu kat derin bir tahkik ve müdakkik bir analiz yetisi ister. İşte bu katta asıl diyeceğimi diyorumdur. Bu kata inebilen de çok azdır. İşte karakterler de böyle anlaşılmalı. Sığ karakterim bile kartondan değildir. O üçüncü boyutu hissettirmeyi önemsiyorum. Çoğu romanda her karakterin ağzından konuşan kişi yazardır. Ve yazar mesajını ham haliyle bir karakterin ağzına koyuverir mesela... Bunlar çok sakil hamleler kanımca. Ben karakteri ayırabildiğim kadar ayırırım. Hepsine ayrı bir hikaye ayrı bir bakış ayrı duruşlar veririm. En önemsediğim şey budur belki de romanda… Karakterlerin ettiği küfürler bile farklı olmalı; zekaları, eğitimleri, işitme kabiliyetleri bile… Anlatabiliyor muyum? Öyle bir ayrıştırırsın ki artık hiçbir karakter birbirine ve yazara benzemez olur. O zaman, tamam dersin.

“BİR SES BULDUM KENDİM KOKAN VE BENDEN ÇIKAN”

·       Kitaplarınızda Fyodor Dostoyevski başta olmak üzere birçok klasik roman yazarının esintileri görülüyor. Peki, Türk yazarlar içerisinde örnek aldığınız kişiler var mı?

Şimdi şöyle, ilk harekete geçirici ses Necip Fazıl’dı. 16 yaşımda okuduğumda çarpılmıştım. Aradan geçen bunca zamandan sonra tekrar okuduğumda o sesten koptuğumu ve o sesin artık beni eskisi kadar heyecanlandırmadığını fark ettim. Buna olgunlaşma diyoruz. Tabii erken dönem eserlerimde etkisi var üstadın, o ayrı ama olgunluk dönemi eserlerimde Peyami Safa derim. Kendi sesimi bulmamda çok aracılık etti bana. Nihayetinde siyah bir ses buldum, kendim kokan ve benden çıkan. Tabii bu ille de sesimi güçlü yapar demiyorum ama özgün kılar, o kesin. Şunu özellikle belirtmeliyim ki bu iki ismin dışında kimseden ses almadım demiyorum, aldım elbette ama alınan sesler bir form esintisidir, bu unutulmamalı. Yani öze dair, yazarların siyasi, ideolojik yaklaşımlarına dair bir ilhamdan söz etmiyorum. Formu, sözcükleri nasıl kullandıklarını dikkatle inceledim diyorum. Sonrasında zaten acemiliği, çocukluğu atmış oluyorsunuz. Artık kendi sesinizi inceltmekle uğraşıyorsunuz.

“ÖLÜMLÜYÜZ DOĞUMLUYUZ YALNIZIZ VE MAALESEF ÖZGÜRÜZ”

·       Eserlerinizde insanın iç dünyasının en gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmak için cevaplar arıyorsunuz. Size göre insan, hangi boşlukları doldurmak için çaba harcar?

Çok güzel bir soru. İnsan bir kere boşlukları doldurmaya değil, boşlukları inkar etmeye çalışır. İnsan derken beşeri kastediyorum yani kaba kalabalığı. Bir de o beşerin içinde öyleleri var ki işte bunlar inkar ederek yaşamayı başaramaz. Efendim; ölümlüyüz, doğumluyuz, yalnızız ve maalesef özgürüz... Bu baş belaları ile yaşıyoruz, daha doğrusu bunlara katlanıyoruz. Bu katlanış yoruyor bizi. İşte kimisi kalabalık arasında ısınarak, birbirine huzurla yaslanarak katlanır, kimisi de kenarda durur, üşür. İşte ben de üşüyorum ve insanlara üşümeyi anlatıyorum. Böylece kendime suç ortakları bulmuş oluyorum. Ben istemez miydim refleks yaşamı ile robotlaşayım da başıma açtığım cinnetli varoluş belasına bulaşmayayım ama olmuyor… Bir kere gördün mü, görmezden gelerek yaşaması mümkün olmuyor. Şunu özellikle mimliyorum; ben insanı anlamaya çalışıyorum ve yine anlatıyorum. Tek derdim bu ve en zor iş de bu. Yaparsam, başarabilirsem, mutlu öleceğim.

“BENİ ÖLÜ SAYMAZSANIZ ANLAYAMAZSINIZ”

·       Geçmiş dönemlerde belki de teknolojik yetersizlikler nedeniyle yazar ile okuyucu arasında bir “mesafe” vardı. Yani yazarlar okuyucu gözünde gizemleşiyordu. Şu an ise kitabını okuduğunuz yazarların günlük hayatlarını bile takip edebiliyorsunuz. Sizin bu konuda bir rahatsızlığınız var mı?

Evvelki yazarları düşünün, yani bir mecmuada siyah beyaz bir fotoğraf olarak ya görürsün ya görmezsin. İşte o yazar artık insan değildir. Yani başka bir canlı formudur. Bir çizgi film karakteri gibidir bir nevi, hayalidir. Bu sadece yazarlar için geçerli değildir elbette, 50’li yıllarında bir “star” kavramı vardı. Yani batıda Elvis, bizde Zeki Müren…“Star” derken tabii her alanın starları var. Şimdi çok şey değişti. Yazar ve okur temas edebilir bir hale geldi. Bu bir bakıma iyi tabii; yazarın insanlaşması, okurun görünür olması… Ama “yaşayan” yazar olmak beni hep yoruyor. O yüzden diyorum: beni ölü saymazsanız, anlayamazsınız. İşte bir ayağı çukurda olan şairlerimiz var, onlar için durum bizlerinki gibi değil, onlar biraz problemi ıskalıyor ama adın “genç” yazar oldu mu, eşitlenmekten kurtulamıyorsun. Bakın bu kibir değil. Kastettiğim şey, çoğunluğu teşkil eden tecrübesiz bir takım genç dimağlar sizi çağdaşı sandı mı, balans bozuluyor. Ben bu çağda yaşamıyorum ki! İki ayağı çukurda olanların gördüğü muameleyi görmek istiyorum. Ne var ki iki ayağım tümsekte; tek kusurum da bu… Gelgelelim beni besleyen kaynaklar da bugüne ait değil. Hadi espri yapalım, ben cihan harplerini bile görmedim. Nietzsche “Tanrı öldü” buyurduktan 17 yıl sonra Tanrı, “Nietzsche ölsün” buyurdu ki yıl 1900’dü. Hah, tam o yıl öldüm ben de. Tam o yıl Freud “Rüyaların Yorumu” kitabını neşretmişti mesela, beni görmedi sayın. İşte benim işim 20’nci asırda bitiyor. Konu uzar ama demek istediğim güncelden, çağdaştan, sıcaktan uzak duruyorum; ben insan denen mefhumu bir nosyon olarak, bir tarihi figür olarak inceliyorum. Ya da şairin dediği gibi, tarihin malı…

 ·       “Hem özgür hem mutlu olmanın bilinen hiçbir yolu yok. Ya mutlusun ya özgür; ya da hiçbiri…” görüşünüzü biraz daha derinleştirmek gerekirse; size göre “mutlu” veya “özgür” olan insanın özellikleri neler?

Hep ikisi eş görülür değil mi… Ben de düşünce maceramda ikisi arasında bir yoğunluk, basınç farkı olduğunu düşündüm hep. Yani evvelki yazılarıma bakın, orgazm, mutluluk, huzur arasında bir sıkışma ilişkisi kuruyorum. Fakat zamanla fark ettim ki ikisi iki ayrı dünyanın duygu çıktısı. Bir ait olanların duygusu var, bir de yalnızların... İkisi iki ayrı pınarın suyu ki aynı anda ikisine birden talip olunmaz, olunamaz. İki tavşan kovalarsanız, ikisi birden kaçar. Ne demek bu? Yani sevgilinle, annenle, babanla, evladını kucaklamışken huzuru kovalıyorsundur. Atınla vahşi batıda yol alıyorsan peşinde olduğun şey mutluluk olabilir bence. Yani ikisi arasında bir zemin farkı var. Cemiyet zemininde aranır huzur ama mutluluk ancak çıplak duvarlara bakınmakta olan yalnız adamın duygusu olabilir. Belki de aradaki en büyük fark aidiyet. Fransız Devrimi’ni hatırlayın; Liberté, Égalité, Fraternité, ne demek? Özgürlük, eşitlik, kardeşlik… Ya hem eşit hem özgür olunmaz ki… Her devrim gibi bu da bir çelişki hamlesidir. Yani kilise, sendika, cami, parti senden özgürlüğünü satın alır eşitlik karşılığında. Eşitlik nedir? Ee, huzur işte…

“ÖLÜMLÜ BİR DÜNYADA ZAMAN HEP ÖNEMLİYDİ”

·       “Artık hız ve acele çağındayız. Kimsenin ninni gibi devam eden dersler, uyuyakalan eğitmenler için vakti yok. Zamanınızın değerini biliyorum çünkü benimki de değerli…” mottosuyla eğitimcilik hayatınıza devam ediyorsunuz. Bize vermiş olduğunuz eğitimlerin içeriğini anlatır mısınız?

Aslında ben hayatımı ikiye böldüm. Mimarlığı hayatta kalmak için, yazarlığı da yaşamak için yapıyorum. Mimarlık ve tasarımı seviyorum, öğretmesini daha çok seviyorum. Tasarım dersleri vererek hayatımı idame ettiriyorum. Bunu yaparken de çağı analiz ettim, gördüğüm ilk şey dikkat süreleri oldu. Artık “tiktok” çağındayız. Bu “zaping” demek. Yani uzaktan kumanda çıktığı günden beri biz bunu yapıyoruz ve hızlandırıyoruz. Hızla akan görüntüleri panik halinde değiştirme işi 30 yıldır hayatımızda ve bu da bize dikkatsizlik olarak geri döndü. Ben de hazırladığım eğitimleri bunun üzerine bina ettim. Belki de bu yüzden bu kadar sevildi, bilmiyorum. Zaman meselesi şöyle… Ölümlü bir dünyada zaman hep önemliydi. Ölümsüzsek sorun yok ama değiliz. İşte bu hep böyleyken, çağımızda durum daha kritik bir hal aldı. Artık koşturmadan yürüyemiyorsun. Yavaş, içli, derin, duru çağlar geride kaldı. Bir yazar olarak bu paniğe dirensem de tasarım eğitmeni olarak gırtlağıma kadar aceleye batmış vaziyetteyim. Bu da benim şizofrenim işte...

“BELKİ ORTADA BİR SUÇLU BİLE YOKTUR”

·       Dijital çağın tüm enstrümanlarına hapsolmuş gençlerde çağın hastalığı olan, kendini bulma ya da tanımlama sorunu hakkında neler söylersiniz?  Dejenerasyon ile toplum olarak nasıl mücadele etmeliyiz?

Kendini bulma sorunu yeni bir sorun değil elbette. İnsanlık ile yaşıt. Ha, bugün daha zor, o ayrı ki benim kavgam, davam da bu; kendilik ödevi… Gençlerin aşırı bozulduğu, yani normal bir bozulmanın da ötesine geçen bir dekadans içinde oldukları söyleniyor. Bu her yerde böyle geçiyor. Yani ben şöyle bakıyorum konuya, çılgın bir çağa doğan şaşkın bir genç olsaydınız, ne yapardınız? Çağ ki doğar doğmaz elinize susun diye bir tablet tutuşturuluyor. Böyle büyümeyi siz seçmediniz. Bence direnmek boşuna. Zamanın değiştirmesi, çürütmesi, yaratması, akıtması doğasıdır. Zaman budur. Buna direnmek yaşamın en temel yasasına direnmek demek. Çağ değişiyor, hem de müthiş bir hızla değişiyor. Buna adapte olmak yerine gençlere öfkelenmek, çocukların topunu kesen emekli albayları hatırlatıyor bana. Bakın “Z Kuşağı” denip duruyor. Efenim, “Z” dediğiniz kuşak bugün neredeyse 24 yaşında. Kocaman oldular… Arkadan gelenleri ne yapacaksınız? Bence bu direnç boşuna. Pes edip çağı anlamaya gayret etmeli. Yani gençleri suçlamak işin kolayı. Unutmamak gerekir ki gençleri biz doğurduk ve doğururken de onlara sormadık, doğar mısınız diye... Bu krizin sebebi şu; yaşlılığın bilgelik olduğu bir devirde gençliğini geçirenler, yaşlandıklarında hürmet göreceklerini umut ettiler. Oysa çağ değişti ve o nesil 2 kere ezildi. Şimdi yaşlandılar ve ne yapacaklarını bilemiyorlar. Doğal olarak gençlere öfkeliler. Bense ikisini de anlıyorum. Ne gençler ne yaşlılar suçlu, ne de çağ… Belki ortada bir suçlu bile yoktur…

Editör: Ezgi Bardakçı