Günlerdir TV kanallarından olanı biteni dehşet ve hayretle izliyoruz. ‘‘Bize ne oluyor böyle?’’ diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Her Allah'ın günü bir olaya, bir vahşete tanık oluyoruz.
Bebeklere nasıl kıydınız, bu vicdansızlığı nasıl yaptınız. Nasıl bu kadar alçak ve gaddar olabildiniz! 3 kuruş para için 3 günlük yavrularımızı nasıl öldürdünüz, lanet olsun hepinize!
Bebeklerimize, çocuklarımıza, kadınlara, doğayı ve birbirimizi korumak için bizlere zarar vermeye çalışanlara karşı bir adım bile geri durmayacağız. Bu gözü dönmüş caniler hak ettikleri cezayı alana kadar da içimiz rahat etmeyecek. Utanıyoruz! Utanmayanları da asla bağışlamıyoruz.
Peki, nasıl bu hale geldik? Önce birbirimizden, sonra da hayattan koptuk. Bireyler mutlu olursa, toplum mutlu olur. Toplum mutlu olursa, herkes huzurlu olur. Yolda yürürken mutsuz-asık suratlar değil de, gülen yüzler, mutlu bireyler görmek istiyoruz. Zira mutlu bireyler, mutlu toplumları oluşturur. Bizi çaresizliğe götüren çözümsüzlüğe değil, çözüme götüren sağlıklı, kaliteli bir iletişime yönelsek, motive olsak, odaklansak acılarımız, kayıplarımız da o oranda azalır!” diye düşünüyorum.
“Türkiye toplumu ister etnik topluluklar, isterse yaşayış biçimi ve kültürleri toplamı olarak ele alınsın, her iki durumda da farklı unsurlar arasında bir kaynaşma, bir birlikte yaşama geleneği, bütünlüğü sağlayacak bir güç olarak oluşamamış ve ’80’li yıllarda özellikle hızlanan bir süreç içinde bu birleştirici harç dökülmeye, bağlar kopmaya başlamış, unsurlar ‘yukarıdan’ verilmiş ortak kimlikleri bir yana bırakıp kendi -ve özellikle ‘öteki’ne karşı yaygın ve yoğun bir gerilim oluşturulmuştur.”
Çeyrek yüzyıldır ülkeyi yöneten kadrolar toplumsal sorunlara çare olmak yerine, siyasi anlayışlarını bu alanlara değil-beka sorunu diyerek-kendi siyasi iktidarlarını sürdürebilmeleri için başat görev olarak tercih etmişlerdir. Muhalefetin uyarıları dikkate alınmamış, kendi doğrularıyla ülkeyi yönetmeyi yeğlemişlerdir. Düzenler, sistemler en azından kendi içlerinde tutarlı olmak gibi bir özelliğe sahipken Türkiye’nin de 1990’lara kadar –kendi kuruluş mantığını koruyarak “evrilen”– bir düzeninden bahsetmek daha doğru bir saptama olacaktır. Ne yazık ki Türkiye toplumunun her düzeyde çözülen parçaları, bu rüzgârın kendi konumlarına ve açık pencerelerine –olayların akışıyla– sürüklediklerinden paylarına düşeni ya da seçtiklerini devşirerek yeniden bir oluş veya duruş sürecine girildiğini görüyoruz.
Türkiye’nin siyasî, iktisadî, kültürel, toplumsal durumuna hangi düzenin geçerli olduğu varsayımıyla bakılırsa bakılsın, dipten doruğa ve en küçük biriminden en kapsamlı kurumuna kadar hemen her yerinde sadece birbiriyle çelişik ögelerin yan yana yer aldığını değil, bunların iç içe geçmişliğini, aralarındaki ilişkilerin hiçbir genel kurala ve ölçüye bağlı olmayıp her tarafta farklı, oynak ve değişebilir olduklarını görüyoruz. Türkiye’nin durum ve ortamı budur.
Bu durum ve ortamın, yüksek enflasyonun, savaş halinin ve büyük çaptaki iç göçlerin ortak etkisiyle oluştuğu söylenebilir. Giderek bir delilik haline dönüşen bu şiddet ve baskı hali sanki bir akıl tutulması gibi adlandırılsa da; artık korkusuzca ipleri eline alacak bir TBMM gerek bize. Meseleler karşısında nasıl akıl tutulması yaşandığını görebilmek için girdabın dışına çıkmak gerekir. Aklın zaten devre dışı kaldığı olaylarının içinde dönüp dururken, “Ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz, akıl ve mantık nerede?” diyebilmek de çok zor. Akla hayale sığmayan şeylerin olduğu bu süreçte son sözüm ise; kurumlarımızı siyasallaştırmaktan vazgeçilmesidir Zira bu bir anayasa suçudur.