Tuzağa düşecek miyiz...(IV)

 

Son yazımızda Rusya Devlet Başkanı Putin’in “Batılı ülkelerin Rus topraklarına yönelik uzun menzilli füze kullanılmasına izin vermesi halinde bunun savaşa doğrudan katılımdan başka bir anlama gelmeyeceği uyarısında bulunarak örtülü bir biçimde Türkiye’yi uyardığını söylemiş...

Aynı günlerde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un da Rusya'dan satın alınan S-400 hava savunma sistemlerinin Moskova'nın rızası olmadan başka ülkelere satılamayacağı veya devredilemeyeceği uyarısı yaptığını hatırlatmıştık...

***

Ukrayna’nın Rusya karşısında tutunamadığı...

İsrail’in tüm saldırganlığına karşın Gazze’de HAMAS, Lübnan’da Hizbullah ve Yemen’de Husilere karşı bocaladığı...

Ve İsrail’in ABD ve AB’nin tüm desteğine karşın dünyadaki neredeyse tüm ülkelerin nefretini üzerinde topladığı koşullarda ABD telaşlanmakta, bunun bir sonucu olarak Türkiye’yi de bölgedeki savaşın içine çekme çabalarını yoğunlaştırmaktadır.

***

Montrö Bildirisine imza attığı için yargılanan emekli amirallerden biri olan Mustafa Özbey, bu koşullarda Türkiye’nin önünde iki seçenek olduğunu belirtmekte ve şunları söylemektedir:

“Türkiye’nin kaderini erteleyemeyeceği kararı belirleyecektir; Türkiye ya NATO üzerinden büyük savaşa girecek, ya da bu savaşın dışında kalacak şekilde bir karar alarak yeni bir evreye girecektir.

Türkiye’nin NATO ile birlikte Rusya ile savaşa girmesi ABD’nin en büyük isteğidir. Bunun Türkiye için, yaşam boyu komşu kalacağı bir ülke ile ve hiçbir çıkarı olmadan sonsuza kadar düşman kalması sonucu doğuracağı aşikardır.

Şayet bu savaş kaçınılmaz olarak başlar ve Türkiye NATO’nun savaşına katılmamak gibi bir irade gösterirse, bu kez, ABD/AB’nin Türkiye’yi cezalandırma planları raftan indirilerek işleme alınacaktır.

Türkiye, bu yıkıcı seçenekler arasında sıkışmış durumdadır.”

Peki, ülke “dışarıda” böylesi ciddi bir tehditle karşı karşıya bulunurken “iç cephe” ne durumdadır?

***

İktidar partisi olan AKP içinde ABD ve NATO’nun baskısını Rusya, İran ve Çin ile yakınlaşarak “dengeleme” ve etkisiz hale getirme yönünde bir eğilim bulunmaktadır...

Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve eski AKP MKYK üyesi Metin Külünk gibi politikacıların yanı sıra Hukuk Politikaları Kurulu Başkan Vekili Mehmet Uçum, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Ahmet Selim Köroğlu ve Cumhurbaşkanı Danışmanı Ayhan Ogan gibi isimler tarafından savunulan bu yöndeki görüşler zaman zaman Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından da dile getirilmektedir...

Geçtiğimiz günlerde Moskova ziyareti yaparak Putin ile görüşen TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’u da bu grubun içine dahil etmek mümkündür. Kurtulmuş, Rusya ziyareti izlenimlerini aktarırken şu saptamaları yapmıştır: "Dünya çok kutupluluğun gerçekleşmeye başladığı yeni bir döneme girmiştir. Bu yeni dönemin en belirgin özelliği çok kutupluluktur. Artık hiçbir ülkenin tek başına dünyayı domine etmesi, dünya sistemini yönetmesi mümkün değildir.”

***

AKP içindeki Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik gibi kıdemli isimler ise bu eğilime karşı çıkmaktadır...

Bunların yanı sıra yandaş medyada görüşlerini dile getiren Güneydoğu kökenli eski bazı siyasetçi-gazeteciler de bu görüşleri keskin bir dille eleştirmekte ve kavga giderek keskinleşmektedir...

Bu çatışmaya rağmen AKP’nin NATO konusunu gündeme getirmekten kaçınması ve Batı sermayesine umut bağlamış olması, onu Özbey’in sözünü ettiği birinci seçeneğe mahkum etmektedir.

***

CHP’ye gelince...

“Milli devrimci” bir parti olarak kurulan “orijinal CHP”nin devamı olduğunu savunan bu parti, günümüzde kendisini “Avrupai sosyal demokrat bir parti” olarak tanımlamakta ve Avrupa sosyal demokrasisinin Batılı emperyalizmi destekleyen çizgisini izlemektedir...

Bu durum parti içinde iki çizgi arasındaki mücadele yerine CHP’li siyasetçilerin fikir dünyalarında bir kimlik karmaşası yaratmış durumdadır. Psikiyatride “Çoklu Kişilik Bozukluğu” (ikili kimlik çatışması) adı verilen bu çatışma kendini, Cumhuriyetin kurucusu CHP’yi “eski CHP” bugünkünü ise “yeni CHP” olarak nitelemek; “altı oku” benimsediğini söylerken en önemli “ok” olan devletçiliği çeşitli renklere boyayarak reddetmek; keskin Kemalist söylemlerle miting yaparken Kemalist slogan atan kişileri meydandan kovmak, Avrupalı sosyal demokrat hükümetler Filistin bayrağı açanları bile sınır dışı ederken onların kurduğu enternasyonalin Prezidyumunda bir sonraki toplantının Filistin yönetiminin başkenti Ramallah’ta yapılmasını önermek, sosyal demokrat partilerin tümü yıllardan beri 1974 Kıbrıs Harekatını “işgal” olarak nitelerken bunu Rum kesiminin temsilcisi de tekrarladı diye toplantı salonunu terk etmek gibi semptomlarla açığa vurmaktadır...

Ancak baskın kişilik, “AB’ye gireceğiz, böylece biz de Avrupalı ve zengin olacağız” söyleminde kendini göstermektedir.

***

Kısacası dış cephede durum vahimdir; iç cephede daha da vahimdir!