Akademisyenler, gazeteciler, sosyologlar, psikologlar ve daha başka sosyal bilimciler de söyler ama bir işverenin ağzından “sosyal patlama” kavramını duymak şaşırtıcıdır her zaman. İşverenler, kurulu düzenlerini sarsacağı için sosyal patlamadan korkarlar, ölümden korkar gibi. Çünkü, neredeyse fetişleştirilen “istikrar”a halel getirir ve ortaya çıkan kaos kaygı, korku, türlü türlü tehlikeler, sermayenin karabasanıdır. Bu nedenle, işverenler “istikrarı” severler, istikrar bozucu her gelişmeden de rahatsız olurlar.
TİSK Başkanı Refik Baydur’u günümüz insanı pek tanımaz ama bir dönem hayli etkin ve kamuoyunun yakından tanıdığı bir isimdi. 2001 yılında o büyük krizin patlak vermesinden sonra “Sosyal patlama belirli bir sınıfın sokağa çıkması, isyan edip bağırması değildir. Bir ülkede intihar, fuhuş hızla artıyor, aileler dağılıyorsa, çocuklar okuldan alınmak zorunda kalınıyorsa, sosyal patlama yaşanıyor demektir. Türkiye`de utandığı için ekmek isteyemeyen ve aç yatanlar var” demişti.
Sosyal patlamayı işverenlerin temsilcisi Refik Baydur’a referansla hatırlatmak, bir garabet sayılmamalı. Çünkü kapitalist sistemde “öldürmeyecek kadar yaşatmak” geçerli kuraldır ve en iyi, en makbul, en ideal insan tipi tüketen insandır.
Tükenmiş insanlar tüketebilir mi? Hayır…
Bizim son yıllarda yaşadıklarımız Baydur’un dediği türden bir sosyal patlama olsa gerek. Muhalefet partileri, yaşadıkları hoşnutsuzluğu ancak kendilerinin giderebilecekleri konusunda toplumu ikna edemedikleri, toplum da temel insani ihtiyaçlarının karşılanmasını kimlik siyasetlerinin gölgesinde değerlendirdiği için değişimi gerçekleştirecek örgütlü bir mücadele pratiğini ortaya koyamıyor.
Dolayısıyla açlık, cehalet, sefalet kol gezerken, 5-10 milyon insanın dışında kalan milyonlar sonu belirsiz bir geleceğe sürüklenirken, kötünün daha kötüsüne, dibin daha dibine giderken hedefini şaşırtmış bir sosyal patlama gerçekleşiyor. Toplum, sonucu kestirilemeyen ağır bir bunalımın içinde debeleniyor. İktidarın ülkeye hakim kıldığı otoriter ortamda tepkisini ortaya koyamayan, düşüncelerini ifade edemeyen, sendikalardan meclise kadar tüm muhalefet kanallarının işlevsiz hale geldiği bir ülke gerçeği varken, bireysel arayışların olması anormal değil.
Psikiyatrist Arif Verimli’nin birkaç gün önce aktardığı bir gözlem, toplumdaki yıkımın derecesi hakkında, anlayana çok önemli ipuçları veriyor. Şarkıcı Serdar Ortaç ve sanatçı Mehmet Ali Erbil’in yasadışı sanal bahis oynadıkları gerekçesiyle hakim karşısına çıkarıldıkları ve ev hapsine mahkum edildikleri günde şöyle diyor Prof. Dr. Verimli:
“Muayenehanemde meslek hayatımda hiç görmediğim kadar çok kumar, bahis, sanal oyun/sanal bahis oynama davranış bozukluğu ve bağımlısı görüyorum… Bu bağımlılık genellikle alkol, madde (özellikle esrar, kokain ile) komorbid gidiyor.. Çok büyük bir sosyal patlama olacak bu alanda…”
Çalışmadan, kısa zamanda zengin olma düşüncesinin var ettiği kumarbazlık, her seferinde aldatılacak birilerini bulan saadet zincirleri, alkol ve uyuşturucu gibi madde bağımlılıkları, artan hırsızlık vakaları, vaka-i adiyeye dönüşen cinayetler, fuhuş, sıradanlaşan intiharlar, sokak ortasında tecavüz girişimleri ve silahlı çatışmalar, doktorundan öğretmenine, gazetecisinden siyasetçisine kadar bir çoğumuzun güç kullanmak veya kendini savunmak amacıyla içine girdiği çetelerin her biri sosyal patlamanın yansımaları…
Yönetilemeyen bir ülkenin çıldırmışlığı, kontrolden çıkmışlığı aynı zamanda…
İzmir’de yaşları 5 ila 1 arasında değişen 5 çocuğun ev niyetine kullanılan bir barakada çıkan yangında hayatını kaybettiği facia sosyal patlamanın bütün unsurlarını barındırmıyor mu? Hırsızlıktan cezaevine girmiş bir baba, aç kalan çocuklarını atık toplayarak doyurmaya çalışan çaresiz, yalnız anne…
18 kere ziyaret ettiği halde annenin sorununa çare olamamış bir Aile Bakanlığı…
Bu facianın, bu patlamanın sorumlusu kim?