Hüzünlüydü telefondaki ses…

'Merhaba!' demesi hüzünlü bir kalbin atışıydı…

Ankara'dan göğe yansıyıp, İzmir göğünden tekrar yere inen, telefonuma ulaşan ses…

Hüzünlüydü…

Çünkü…

***

1980'li yılların kışlarında Cebeci'nin o kömür tozuna dönen atmosferini solumuş bir insandı.

Yalnızca Cebeci'nin değil, yalnızca Ankara'nın değil, Türkiye'nin atmosferini kömür tozuna beleyen 12 Eylül'ün insanı nefessiz bırakan ortamını yaşamıştık birlikte.

O yılların Basın Yayın Yüksek Okulu'nun (SBF-BYYO) yanyana dizilmiş kolçaklı sandalyelerine oturup Bahri Savcı'yı, Emin Özdemir'i, Sami N. Özerdim'i, Adam Şenel'i (Siz onun adını Alaattin diye bilirsiniz…), Nevzat Dağlı'yı, Ünsal Oskay'ı birlikte dinlediğim bir arkadaş…

Seslerimizi dinledik… Yokladık… Kokladık… Okşadık…

Beyazlamış mıydı saçlarımız gibi…

Beyazlamış işte…

Seslerimiz de…

Beyazlamış seslerimiz de bildiğimiz bir şey vardı:

Birlikte yalnızlaşıyorduk.

Cahit Sıtkı'nın dizelerindeki gibi, gittikçe artıyordu yalnızlığımız… Dostlarla da ayrıldıkça yollarımız bir bir…

Trabzon'dan gelen bir haberle artmıştı yalnızlığımız biraz daha. Onun içindi araması…

***

O Trabzonlu arkadaşımızın yazılarını okumuştuk okulumuzun gazetesi Görünüm'de… Henüz yaşımız yirmi bile değilken.

Onun yazdıklarını okuyarak duyumbilim üzerine düşünmüştük. Halkbilim üzerine… Halkoyunları yarışmalarına karşı çıkmıştı. Gerekçelerini sıralayarak…

O yaşlarda.

O arkadaşımızsa bizden iki yıl önce 'Merhaba!' demişti dünyaya…

Hepi topu bu kadar işte!

Okuduklarımız onun da ilk kalem oynatmalarıydı…

Bizim de ilk kalem denemelerine başladığımız o yıllarda…

***

Okulun halkbilim topluluğunu yönetiyordu.

O yıllardan bir anısını aktardı telefondaki ses:

Yöresel oyunları öğretirken, ritmi 'Bir, iki, üüüüç, dört' diye sayarak öğretiyormuş ayakların alacağı biçimi, adımların atacakları yeri… Bir gün Karadenizliliği tutmuş, çalışma sırasında üç'ü uzatmadan hızla söylemiş… 'Bir, iki, üç, dört' demiş. Herkes şaşırmış ne yapacağını… Keyifle, gülerek anlatırmış bunu…

***

Arkadaşlarımızın çoğu, mezun olduktan sonra İstanbul'a gitme hayali kuruyordu. Basının merkezi oraydı çünkü. 'Öyle olmuştu!' demenin başlangıcıydı o yıllar. 'Büyük gazeteci' olmanın yolu İstanbul'a gitmekten geçiyordu…

Hiç değilse Ankara'da kalmaktan.

Bazı arkadaşlarımızsa, doğup büyüdükleri yöreye dönmek, orada gazetecilik yapmak istiyordu.

Onlardandı.

Döndü kentine.

Trabzon'a…

Oradan yazdığı haberleri okuduk yıllarca…

Yöresinin dili oldu.

Uydudan çekilen fotoğraflarda Karadeniz'in nasıl da çöp dolduğunu haber yapıyordu örneğin… 'Kıdemli demokrasi zanlısı' emekli öğretmen Gültekin Yücesan'ın öyküsünü onun kaleminden okuduk.

***

Adı çok uzundu. Yayımlanan haberlerde o nedenle ilk iki adını yazardı:

Ahmet Şefik.

Devamı da vardı oysa:

Mollamehmetoğlu.

'Beş adım var' derdi, ta o yıllardaki söyleşmelerimizde.

Uzun mu uzundu adı da…

Ömrü kısa oldu işte…

Hüzünle andık, telefondaki sesle…