Geleneğimizdir.

Cenaze namazlarında imam cemaate sorar:

'Merhumu nasıl bilirdiniz?'

Cemaat hep bir ağızdan gür bir sesle yanıtlar imamı:

'İyi bilirdik!'

***

Yine geleneğimizdir…

Ölenin ardından kötü konuşulmaz.

Öleni tanısa da tanımasa da, yaşarken onunla nice kötü anılar edinmiş olsa da, oradaysa, cenaze törenindeyse, imama yanıt olarak 'İyi bilirdik!' korosuna katılır ya herkes. Bu geleneğin bir parçasıdır, ölenin ardından kötü konuşmamak da…

Ama aradan bir süre geçince, o kişiden söz edilirken 'Ama…' diye başlayan tümceler de kurulmaya başlanır. Sonra açılır yol ve kötü de konuşulur artık…

Gelenek, acının taze olduğu günlerle sınırlıdır sanki…

***

Her ölüm haberi, ölen kişinin geride kalan yakınları, dostları, arkadaşları, sevenleri için acı demektir.

Hele de ölen kişinin bedeni henüz morgdaysa ya da toprakla buluşalı daha birkaç gün olmuşsa…

Acı doruktadır. Sözcüklerin 'kifayetsiz' kaldığı anlar yaşanmaktadır o kalplerde…

Bu bir gerçek…

Gerçek de…

Ölen kişi bir sözcük emekçisiyse, şairse, siz de bir şairseniz, o büyük acınızı yaşarken, acının büyüklüğünü ifade etme konusunda sözcüklerin kifayetsiz kalacağını bilirsiniz.

Bunu biliyor olmak bile önemlidir. Çünkü acılı haykırışlarınızı bile bir bilgi birikiminin eleğinden geçirirsiniz…

Bu özel bir dikkatle ilgili değil… Yürek yapar bunu zaten… Özel dikkate gerek yoktur. İçtenlik yeter.

İçtenlik hep yetmiştir!

İçtenlik abartmaz…

Yaşar acısını…

Dillendirmez bile…

Susar..

Susarak da şiir olunur…

Yürek bilir bunu!

***

Bunları niye yazıyorum?

Sosyal medyada bir paylaşım gördüm de ondan…

küçük İskender henüz morgdaydı…

Paylaşım şöyle:

'Cumhuriyet döneminin Nazım Hikmet'ten sonraki en büyük şairi küçük İskender. Büyük şairim, canım arkadaşım.

İyi ki yaşadın ve yazdın. Ben sana teşekkür ederim.'

***

Ne güzel deyip geçmek var…

Ama…

Durdum…

Durursunuz…

Biraz şiir bilginiz varsa durursunuz…

Gönderi şiiri seven, kendince şiirler okuyan, bazı şiirlere ve şairlere tapan, kendi dünyasında şiiri onlardan ibaret sanan bir okura ait olsa…

Şaşmazdım…

Şaştım…

Çünkü gönderi Haydar Ergülen'e ait…

Şair…

Ömrünce şiirle, şiir kültürüyle uğraşmış bir insan…

Ne oldu şimdi?

Nazım Hikmet'ten küçük İskender'e uzanan bir çizgi çizdi….

Arada bir şey yok…

Ona göre…

Yok da…

Arada yok sayılanların bazılarının adlarını anımsatayım mı?:

İlhami Bekir Tez, Ahmet Muhip Dıranas, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Asaf Halet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Rıfat Ilgaz, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Behçet Necatigil, A. Kadir, Cahit Külebi, İlhan Berk, Ceyhun Atuf Kansu, Salah Birsel, Enver Gökçe, Sabahattin Kudret Aksal, Necati Cumalı, Özdemir Asaf, Arif Damar, Attila İlhan, Can Yücel, Metin Eloğlu, Ahmed Arif, Şükran Kurdakul, Hasan Hüseyin, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ercüment Uçarı, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç, Gülten Akın, Ahmet Oktay, Kemal Özer, Özdemir İnce, Ülkü Tamer, Metin Altıok, Behçet Aysan, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Refik Durbaş…

Bunların hepsi çöplükte…

Bir Nazım Hikmet (Ki, adını bile yanlış yazmış) bir küçük İskender…

***

'Ne diyeyim ki!'

Şimdi o düşünmeli!

Kim?

Haydar…

Bütün serüvenini silip, imamın sorusuna verilen yanıta indirgemiş kendini…

Kim?

Haydar!

***

Başlıktaki soruya dönelim:

Nasıl bilirdiniz?

Yanıt:

'Kimi?'