Ankara'da yayımlanan Karşın Dergisi (Adının başında 'Her Şeye' vardı. 'Her şeye karşın' yayımlanıyordu o dergi…), edebiyatı toplumsal yaşamımızı sarsan, etkileyen, biçimlendiren süreçlerin, olayların dışında görmediği için 2007'de 12 Eylül'ün yıldönümünde '12 Soruda 12 Eylül / 1980 Darbe 'An'ınız' başlığıyla bir soruşturma düzenlemişti. Derginin sahibi, yönetmeni, hamalı, her şeyi olan Sevgili Orkun Levent Boya'nın (Ne kadar erken yaşta yitirdik onu da…) hazırladığı sorular 12 Eylül 1980 Darbesi olduğunda nerede olduğumuzu, nasıl duyduğumuzu, ilk tepkimizin ne olduğunu, öncesinde ve sonrasında gözaltına alınıp alınmadığımızı, tutuklanıp tutuklanmadığımızı v.b. içeriyordu.

O soruşturmaya verdiğim yanıtta, ilk tepkimi şöyle yazmışım:

'Hemen kitaplarım, dergilerim, anı defterim, biriktirdiğim bildiriler geldi usuma… Devrimci Yol, Halkın Kurtuluşu, Halkın Sesi gibi dergiler, düzenli izleyip biriktirdiğim Demokrat Gazetesi… Böyle bir durumda, bir gecede acayip bir suç unsuruna dönüşmüş olmalıydı onlar… Ama ne yapacaktım? Kıyamazdım ki ben onlara… Hemen o gün, büyük un çuvallarına özene bezene doldurarak, evin arka odasının altını kazıp, cenaze gömer gibi gömdük toprağın altına… Ağabeylerimle beraber…'

***

Benim 12 Eylül'ümden ilk anımsadığım budur.

İkincisi ise…

Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askeri Mahkemesi'nde bir yargılanma anı…

İzmir'de, Fahrettin Altay'da deniz manzaralı bir binada kurulmuştu mahkeme…

Tutuklu arkadaşım Zeki Aydın bilekleri kelepçeli olarak oturuyor önümdeki sandalyede. Ben arkada, Ankara'dan gelmiş tutuksuz yargılanan bir üniversite öğrencisi.

Karşımda deniz. Denizin mavisi, hele de Ankara'dan gelmişseniz, deli bir düş alemidir insanda… O düş alemi içime ağarken, yıllardır görüşmediğim tutuklu arkadaşımı görmenin heyecanı var üzerimde.

Jandarma konuşturmuyor arkadaşımla. 'Ne haber?' sorusunu, klasik 'İyiyim, sen?' yanıtını bile fazla görüyor bize…

Sonra duruşma salonuna geçiyoruz…

Kelepçeli arkadaşım tek tip elbise içinde.

Söz ona verilince, ayağa kalkıp tek tip elbiseyi yırtmaya başlıyor. İç çamaşırlarıyla kalıyor salonda. Sonra jandarmalar apar topar çıkarıyorlar elbette salondan…

***

1982'de yazdığım 'Zamanı İçer Suskum' şiirindeki şu dizelerin nedeni o zaman henüz belleğimde taptaze olan kitapların mezara gömülme yaşantısı değil mi?

'ayışığı okşarken penceremi / kitaplar okurum toprak kokan / kuşatıp karanlığı çoban ıslıklarıyla'.

Mahkeme salonundaki görüntü de bir şiire akmaz mı?

Aktı elbette…

1983'te yazdığım 'Hüznü Güzelleştirir Yüzün' adlı şiir şöyle başlar:

'çırılçıplak soyunuverirsin suçsuzluğunu / çırpınır bileklerde kelepçe / hüznü güzelleştirir yüzün / deli rengine gökyüzünün bilirim sabırsızlığını / dalgalar mı okşadı / martılar tutuşmuş saçların / ter basar uykularıma bıçkın bakışların / çılgınlıklara bilenir yürek / unutabilir miyim, gözbebeklerinin tokalaştığı o anı'.

1982'de yazılmış olan 'Sevdayla Bölünür Gece' şiirimse şöyle başlar:

'sevişemeden çiy düştü sabahlarıma / gamzelerim gülücük saklar / ayalarım okşama'.

***

Herkesin bir 12 Eylül'ü var…

Darbecilerin, darbe yanlısı olanların ve hep güçlünün şakşakçısı olanların dışındakilerin 12 Eylül izlerinin ortak noktası ise şu:

Baskı, zulüm, işkence…

Benim anılarıma, 'Bunlar ne ki!' dedirtecek binlerce öykünün yanyana durduğu bir kitaptır 12 Eylül…

Hala okunmamış, okunamamış…