Son yazımızda, tarihin ilerlemesi'nin toplumlara ve dönemlere göre değişen 'hukuk' ve 'adalet' fikrinin kavranabilmesi için 'objektif bir pusula' sağladığını belirtmiş ve 'Bu 'pusula'ya göre, örneğin kralın ya da kilisenin 'mutlak' adaletine karşı vatandaşın bireysel haklarına dayalı evrensel olarak geçerli bir adalet fikrini savunmak, daha ileri bir 'adalet' gerçekleşmedikçe tarihsel açıdan ilerici ve 'haklı' bir tutum almak demektir' demiştik...

Bu süreci açıklarsak...

Avrupa'da ortaçağ sonlarının 'mutlakiyetçi' dönemlerinde yerel otoriteler merkezileşmiş, güçlü feodal merkezi devletler oluşmuş, buna karşılık kiliseler devletler ve milliyetler esasına göre bölünmüştü...

O dönem hukuku belirleyen dinsel kurallar olduğu için devletler arası mücadeleler kaçınılmaz olarak dinler ve kiliseler arasındaki mücadelelere yol açmıştı...

Bu mücadeleler, Avrupa'da 'Yüzyıl Savaşları' adıyla bilinen İngiltere ile Fransa arasındaki savaşlara ve ardından 'Otuz Yıl Savaşları' adı verilen Almanya odağında Katolik mezhebi benimseyen devletler ve prensliklerle Protestan mezhebini benimseyen devlet ve prenslikler arasındaki savaşlara neden olmuştu...

Bütün bu savaşlar sonucunda o zamana kadar Avrupa'nın en güçlü feodal devleti olan 'Kutsal Roma Germen İmparatorluğu' zayıflarken kapitalizmin geliştiği Fransa ve İngiltere Avrupa'nın en güçlü devletleri haline gelmişlerdi.

***

Savaşların doğurduğu en önemli sonuçlardan biri de devletlerin iç ve dış siyasetlerinin belirlenmesinde dinsel ihtilaflar ve farklılıkların değil ulusal çıkarların belirleyici hale gelmesiydi...

1648 İngiliz iç savaşı ve devrimi, 1776'da İngiliz kolonilerinin ABD olarak bağımsızlığını ilan etmesi, 1789 Fransız Devrimi, bu savaşlardan sonra art arda gerçekleşti...

Tüm bu devrimlerde bireysel haklar ve eşit vatandaşlık temeline dayalı 'insan hakları' kavramı önemli bir yer tutuyordu...

Böylece hukuk, dinsel kurumlardan ayrılarak bağımsız bir güç haline geliyor, gücünü laik devletten alan mahkemeler tarafından görülen davalarda 'medeni hukuk kuralları' esas alınıyordu...

İşte günümüzde artık evrensel kabul görmüş bulunan 'insan haklarına kuvvetler ayrılığına dayalı eşit vatandaşlık hukuku' böyle ortaya çıktı.

***

Ne var ki, bu hakların genel olarak kabul edilmesi, her zaman uygulandıkları anlamına gelmemiştir...

Daha işin en başında Fransa'nın, 1789 Devrimiyle insan hakları ve demokrasinin zaferini ilan etmesinin hemen ardından o zaman Santa Domingo adıyla bilinen Haiti'de yaşayan siyahi köleler Fransız Devriminin sloganlarıyla bağımsız cumhuriyet olduklarını ilan ettiklerinde karşılarında bu devrimi kana boğarak bastıran Fransız ve İngiliz ordularını buldular...

Dahası Avrupalı 'medeni' devletler tüm dünyayı sömürgeleştirerek 'emperyalizm' çağını başlattılar...İnsan Hakları Bildirgesinin ilk ilan edildiği ABD'de yaklaşık yüz yıl daha siyahiler köle olarak kullanıldı... Amerikan İç Savaşından sonra kölelik kaldırıldıysa da ırk ayrımcılığı günümüze kadar yok edilemedi... 20. yüzyılda Avrupa'da demokrasinin beşiği olarak kabul edilen ülkelerde faşist diktatörlükler kuruldu.

***

Bu arada, yeni ve daha ileri bir demokrasi olduğunu ilan ederek kurulan Sovyetler Birliği deneyinden de kısaca söz etmemiz gerekiyor...

1917 yılında 'kapitalist mülkiyet' ilga edilerek kurulan Sovyetler Birliği'nin resmi ideolojisi, tüm ulusal, sınıfsal ve toplumsal ayrılıkların kaldırılarak, başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan halkın 'Sovyet' adı verilen konseyler aracılığıyla doğrudan devlet yönetimine katılmasına dayanıyordu...

Böylece mülkiyet olgusunun doğurduğu eşitsizlikler ortadan kaldırılacak emekçi halkın toplumsal ve hukuksal tüm haklardan yararlanması sağlanacaktı.

***

Ne var ki, kağıt üzerinde güzel görünen bu proje de beklenen sonucu vermedi...

Daha Sovyet yönetiminin ilk yıllarında konseyler, sendikalar ve benzeri kitle örgütleri hızla bürokratlaştı. Bireysel sermayeye dayalı işletmeler ortadan kaldırıldıysa da onların yerine Lenin'in deyişiyle 'tekelci devlet kapitalizmi' kuruldu... Devrimi yapan önderler, bunun geçici bir durum olduğunu ülkenin sanayileşmesiyle gerçek sosyalizme geçileceğini savunuyorlardı, ama Stalin döneminde bürokratik yapı katılaştı ve mevcut durum 'sosyalizm' olarak ilan edildi...

Bu yapı, sonunda iç çelişkilerinden ötürü kendiliğinden çöktü... 1990 yılında bizzat kendi yöneticileri Sovyet Devleti ve ona bağlı 'Doğu Bloku'nu ilga ederek, bağlı cumhuriyetlerin klasik 'temsili demokrasi' ve 'serbest piyasa sistemine' geçtiğini ilan ettiler...

Günümüz dünyası, hala, 'insan haklarına dayalı hukuk devletleri'nin hüküm sürdüğü bir yer olmaktan çok uzaktır.