BRICS ve emperyalizm... (I)

Türkiye’nin BRICS üyeliği için başvurduğuna ilişkin açıklamalar ülkemizin “sol” çevrelerinde yeni tartışmalar yaratmaya gebe!..

Burada “sol” derken “ortanın solu” olarak da adlandırılan sosyal demokratlardan başlayıp, neo-liberal anlayışlara demir atan “neo-solcu” yapılanmalarla devam eden, buradan da 1980-90’lı yıllardan bu yana yaşanan değişimleri yok farz ederek İkinci Dünya Savaşı sonrasının Marksist-Leninist söylemleriyle günümüzün gerçeklerini değerlendirmeye çalışan hareketlere kadar uzanan tüm akımları kastediyoruz...

“Bunların hangisi gerçek solcudur?” tartışmasına ise girmiyoruz.

***

Bu çevrelerin tümünün karşısına çıkan bir soru var:

Günümüzde hızla “çok kutuplu” hale gelmekte olan dünyada BRICS çatısı altında toplanan ülkeler nasıl sınıflandırılmalıdır?..

Eskiden (1980-90’lı yıllar öncesinde) böyle bir soru sorulsaydı, her kesimin kendine göre bir cevabı olurdu...

Örneğin sosyal-demokratlar AB bünyesinde oluşturulan “Sosyalist Enternasyonal’in görüşleri çerçevesinde “Batı dünyası”nın demokrasiyi temsil ettiğini, bu kampın karşısında yer alan ülkelerin “anti-demokratik komünist” ülkelerden oluştuğunu söyler, bu oluşuma karşı çıkarlardı...

Halihazırdaki tavırları da esas olarak böyledir...

Sovyetler Birliği yanlısı komünist parti mensupları, bu tür oluşumların emperyalizmin sömürüsüne karşı direnerek “kapitalist olmayan yol”u izlemeye eğilimli “ulusal eğilimleri temsil ettiğini” söyler, bunların Sovyetler Birliği ile işbirliğine gitmeleri durumunda sosyalizme geçeceklerini iddia ederlerdi...

Sovyetler Birliği’ni de emperyalist (sosyal-emperyalist) olarak niteleyen Çin yanlısı akımlar bu akımların emperyalizme karşı direnen “üçüncü dünya”yı temsil ettiğini savunur, sosyalizme geçiş için yalnız emperyalist kampa değil “sosyal emperyalist” Sovyetler Birliği’ne karşı da tavır alınması gerektiğini ileri sürerlerdi...

Bu tartışmaya karışmak istemeyen “orta yolcu” akımlar ise meseleyi fazla kurcalamaz, sorunu ABD emperyalizmine karşı mücadele çerçevesinde ele almakla yetinirlerdi.

***

Günümüzde bu ezberler bozulmuş durumdadır...

Çünkü, ortada “sosyalist” olarak nitelenecek bir devlet (küçük Arnavutluk bile olsa) kalmamıştır...

Öyle olunca da konu, kalıpların dışında ele alınmak zorundadır.

***

Gerçi Çin, K. Kore, Vietnam, Küba, hatta Venezuela gibi kendilerini “sosyalist” olarak niteleyen ülkeler hâlâ vardır...

Ancak bu devletlerin ekonomik sistemlerinin artık “kapitalizmin alternatifi” olma özelliği taşımadığı ortadadır...

Günümüzde dünyaya egemen olan sistem “küresel” bir sistemdir; bu sistem içinde bazı ülkeler üstte bazıları altta yer alsalar bile hepsinin ortak paydası “piyasa”, dolayısıyla kapitalizmdir.

***

Ancak bu saptama, söz konusu sistem içinde “ezenler ve ezilenler” olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır...

Ayrıca kapitalist sistem içinde bir de “devlet kapitalizmi” adı verilen bir alan vardır...

Bu alan, alttakileri daha alta iten, üsttekileri ise durmadan yükselten klasik piyasa sisteminin yarattığı aşırı dengesizlikleri ortadan kaldırma amacıyla kullanılabilmektedir.

***

Devlet kapitalizminin bu amaçla kullanılabileceğini ilk keşfedenlerden biri Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’dir...

Lenin, 1918 yılında (Ekim Devrimi’nden bir yıl sonra) yazdığı bir makalede bu konuda şunları söylemiştir:

“Sovyet Cumhuriyetimizin bugünkü durumuyla karşılaştırıldığında devlet kapitalizmi ileriye doğru atılmış büyük bir adım olurdu (...) Bu sözleri okuyanların nasıl asil bir öfkeyle irkilerek şu sözleri haykıracağını görür gibi oluyorum: ‘Ne! Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinde devlet kapitalizmine geçiş ileri atılmış bir adım mı olacak? Bu sosyalizme ihanet değil mi? Bu meseleyi daha detaylı bir şekilde ele almamız gerekmektedir.”.  (Bkz. Selected Works Volume III, s. 526-7, Politizdat Publishing House, Moscow)

(Devam edecek)