Bir anketin düşündürdükleri...

Geçtiğimiz günlerde Metropoll Araştırma şirketi tarafından yapılan bir anket yayınlandı...

Ankete göre Türkiye'de muhalefet boşluğu olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 72 oranındaydı...

Anketin en ilginç tarafı, “Türkiye’de bir muhalefet boşluğu olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna “evet” cevabını verenlerin en büyük bölümünün muhalefet partilerine oy verenlerden oluşmasıydı.

***

Ankete göre, ana muhalefet partisi CHP’ye oy verdiğini söyleyenlerin yüzde 75’i bu soruya ‘evet’ yanıtını vermişti. İyi Partililerin de yüzde 75’i muhalefet boşluğu olduğu düşüncesindeydi...

Bu oran AKP’de yüzde 26.2, MHP’lilerde yüzde 26, İYİ Partilerde yüzde 23.9, DEM Partilerde yüzde 14 olarak saptanmıştı.

***

Anketlerin gerçeği ne ölçüde yansıttığı tartışılabilir...

Ancak yapılan öngörülerin önemli bir bölümünün var olan tablo hakkında fikir verdiği de bir gerçektir...

Biz de bu ihtiyat kaydını koyarak düşüncelerimizi aktaralım.

***

Öncelikle AKP ve MHP eğilimli seçmenlerin muhalefet konusundaki yargılarını bir tarafa bırakalım. Çünkü şu anda iktidarda olan partilerin taraftarlarının muhalefet konusundaki düşünceleri bizim görmeye çalıştığımız “sadakat oranı” açısından bir fikir vermeyebilir...

Sonuçta iktidar partisini seçen bir seçmen bu partinin karşısında bir boşluk olduğunu ve oy verdiği partilerin bu boşluk sayesinde iktidarı koruyabildiğini elbette kolayca kabul etmeyecektir.

***

Ancak muhalefet partilerine oy verdiği halde muhalefetin gerçek bir muhalefet yapamadığını düşünenlerin oy oranının bu kadar yüksek çıkması düşündürücüdür...

Bu durumdan çıkarılabilecek tek sonuç, ortada muhalefet isteyen ciddi bir kitle olduğu, ancak var olan muhalefet partilerinin bu talebe cevap veremediğidir...

Bize göre de gerçek budur.

***

Bu durum bugün ya da bir günde ortaya çıkmış değildir...

Mesele, Türkiye’de 12 Eylül rejimi sonrasında sivil siyaset sahnesinin kuruluş şekli ile yakından ilgilidir...

Evet, o rejimden sonra “sivil siyasete” dönülmüştü, ama “demokrasi”ye dönülmemişti. Zaten öncesinde de Türkiye’de gerçek bir demokrasi olduğu söylenemezdi.

***

Hatırlayalım...

12 Eylül sonrasında tüm siyasi partiler kapatılmış, var olan siyasi partilerin yönetici ve üyelerinin on yıl boyunca parti kurmaları, milletvekili ya da belediye başkanı adayı olmaları yasaklanmıştı...

Darbecilerin böyle bir kararı rahatlıkla alabilmelerini mümkün kılan şey o dönemin siyasetçilerinin toplum nazarında saygınlıklarını ve etkilerini büyük ölçüde yitirmiş olmalarıydı. Nitekim beş yıl sonra 1987’de yapılan referandumla bu yasak kaldırılırken “eski siyasetçilerin” yeniden siyasete dönmesi için oy kullananların oranı yüzde 50,16 gibi düşük bir düzeyde kalmıştı. Bu oran, “eski” siyasi partilerin liderlerinin toplamının ancak toplumun yarısının desteğini alabildiğini göstermişti.

***

Gerçi bu “eski” siyasetçiler siyasete döndükten sonra tekrar önemli görevlere geldiler...

Ancak bu durum, ne 12 Eylül yasaklarının tamamen ortadan kalktığı ne de demokrasinin geri geldiği anlamına geldi...

Dönenler, esas olarak 12 Eylül’de konulan bir kurala iktidara gelseler bile tartışmasız itaat ettiler. O kural, gerçek sol ve ulusal akımlara kapılmamak, ABD ve AB’nin koyduğu kurallara uymaktı.

***

 Nitekim, eski siyasetçilerin en “solcusu” olan, “toprak işleyenin su kullananın” sloganı ve Kıbrıs’ta yaptığı kurtarma operasyonu sayesinde iktidara gelmeyi başaran, 1978’de Türkiye’ye Kıbrıs çıkarması nedeniyle uygulanan silah ambargosu konusunda ABD’ye ültimatom veren Bülent Ecevit, 12 Eylül sonrası dönemde adeta “uslu bir çocuk” haline geldi. Öyle ki, 2000’li yılların başlarında ABD’nin talimatıyla Dünya Bankası yöneticilerinden Kemal Derviş’i parlamento dışından ekonominin tek sorumlusu olarak Hükümete aldı ve bu kişinin tarımsal üreticilere verilen tüm destekleri kaldırmasına, kooperatif birliklerinin sınai ve ticari işletmelerini dağıtmasına, bu kooperatiflere devlet yardımını yasaklamasına yeşil ışık yaktı. Tarıma ayrılan tüm kaynakları bilinçli olarak batırılan bankaları kurtarmak amacıyla kullanan Derviş sonunda Ecevit’in DSP’sini de parçalayarak koalisyon hükümetini dağıttı. Ardından Deniz Baykal tarafından CHP’ye transfer edilerek genel başkan yardımcısı olarak atandı. Bu olaya karşı çıkarak DB ile IMF’nin politikalarını eleştiren birkaç CHP’li ekonomistin çıkardığı bülten kapatıldı, kendilerine millevekili olma yolları tıkandı...

Aynı dönemde Amerikancı tüm akımlara (İslamcı akımlar dahil) yol verildi. Örneğin Ecevit, partisinden FETÖ’cülere kontenjan verdi.

***

Bu konularda daha çok şey söylenebilir...

Ama sözünü ettiğimiz anket, o günlerden bugüne kadar muhalefet partilerinin izledikleri yanlış politikaları gözden geçirmediklerini ve uğradıkları itibar kaybını telafi edemediklerini göstermektedir...

Kaldı ki kaybedilen güvenin kazanılması da halen izlenen politikalarla kolay değildir.