Belgeselin fikir annesi Ankara’nın en eski kadın sanat galericilerinden biri Fatma Tuna. Ankara’nın Bağlarının hikâyesi kendisine gönderilen Hakan Balaban’a ait bir makale ile başlıyor. Arkadaşından gelen makaleyi okuyan Tuna, oldukça etkileniyor ve ‘51 senedir Ankara’dayım ancak Ankara’nın Bağları ile ilgili çok fazla bilgi sahibi değilim.’ diyerek iç geçiriyor.
Sonra konu hakkında ‘Acaba ne yapabiliriz?’ derken Ankara Kent Konseyi (AKK) bünyesinde yer alan Ankara Kalesi Çalışmaları Meclisi’yle konuyu paylaştığında belgesel fikri doğuyor. Kısa sürede konuyla ilgili ne varsa; belge, bilgi, kişiler, toparlanıyor. Başkent Üniversitesi Belgesel Programları Yapımcısı Güngör Makar da belgesel için kolları sıvıyor.
“BELGESEL YÜZYIL SONRASINA MEKTUP YAZMAKTIR”
Belgeselin Yönetmeni Güngör Makar, mesleğe TRT’de asistanlık yaparak başlamış. Sonrasında Kanal B’de uzun yıllar yönetmen olarak görev yapmış. Doğma büyüme Ankaralı olduğunu ifade eden Makar, ‘Ben neden bunu yapmadım diye içimden geçirerek utanarak yaptım bu belgeseli.’ diyor. Belgesel için çok sayıda kaynak kişiyle görüşüldüğünü, belgeselin dört bölümden oluştuğunu aktarıyor. Yönetmen Makar: “Belgesel yapmak tez çalışmak gibidir. Belgesel yüzyıl sonrasına mektup yazmaktır.” diyerek duygularını anlatıyor.
“ENGÜRÜDEN ANKARA’YA”
Belgesel Ankara’nın bir dönemine ışık tutuyor. Bugün ‘gri’ olarak anılan şehrin, dört bir yanında ‘yemyeşil’ üzüm bağlarının bahçelerinin olduğu, derelerin aktığı bir Ankara karşımıza çıkıyor. ‘Yazdığım Ankara’, ‘Gezdiğim Ankara’ ve ‘Sevdiğim Ankara’ kitaplarının yazarı Dr. Necati Seven, ‘Dünden Bugüne Ankara’nın Bağları’ yazısında şehrin isminin nereden geldiğini şöyle aktarıyor: “Ankara, Friglerden Romalılara kadar Ancyra (gemi çapası) iken, Türklerin gelişiyle Farsça “üzüm” anlamına gelen Engürü adını alır. Evliya Çelebi, üzümü bol olduğundan bu adla anıldığını söyler. Ankaralılardan özellikle hali vakti yerinde olanlar, bağ evlerinde yaşar. Yazın tozdan göz gözü görmez olmadan “bağa çıkma” geleneğiyle, at arabası varsa ne ala, yoksa eşekle taşınan erzakla gider, bahar ve yaz aylarını burada geçirirlermiş. Bağbozumunda kalabalıkken, kışın kimsecikler kalmazmış Ankara’da. Bunun sonucu Ankaralıların yaz ve kış yaşam biçimleri farklı olurmuş.”
Belgesele katkı sağlayan isimlerden Emekli Öğretim Görevlisi Hasan Çelik 50 yıldır Ankara bağcılığıyla ilgili çalışmalar yaptığını hatırlatarak 80 ila 100 yıl önce Ankara’nın dört bir yanının bağlarla çevrili olduğunu hatırlatıyor. 11 yıl önce Ankara bağ evleriyle ilgili bir çalışma hazırlayan Çelik, yaptığı sunumla ilgili ‘Ankara bağ kültürü beni çarptı’ ifadesini kullanıyor. Ankara’daki semt isimlerinin çoğunun da bağ isimlerinden geldiğini dile getiriyor: “En az 30-35 tane bağ adı taşıyan semti var. 43 adet aşağı yukarı deresi var. Bu derenin boyları bağ evleriyle donanmış. Şu an baktığımızda bir elin parmağını geçmeyecek kadar bağ evi var.”
“HİSARDA EVİN BİR DE BAĞIN YOKSA ANKARALI DEĞİLSİN!”
Bağa göçme geleneğinin yarattığı kültür, Ankaralı orta halli ve varlıklı Türk, Ermeni, Rum asıllı ailelerin yaşamlarına, özellikle 19. yüzyılın son dönemi ile 20. Yüzyılın ilk döneminde heyecan ve güzellik katmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında, ‘Hisarda evin, bir de bağın yoksa Ankaralı değilsin’ sözü, zenginler arasında çok yaygınmış. En görkemli dönemi 1892-1923 yılları arasında yaşanan “Bağ Evi Kültürü”, Ermenilerin 1915’teki, Rumların 1923’deki göçlerinden sonra eski tadını ve anlamını önemli ölçüde yitirmekle birlikte, 1930-1960 yılları arasında da Ankaralıların çok önem verdiği bir gelenek olarak yaşatılmış.
Ankara'nın dört bir yanında şimdilerde hepsi birer yoğun yerleşim alanı olan ve bir zamanlar Ankaralıların yazları şehir sıcağından kaçarak yazı geçirdikleri ve bağ bozumuyla şehre döndükleri bağ semtleri vardı. Kurtuluş savaşı sonunda Rumlar ve Ermeniler Ankara'dan göçüp gittiklerinde Ankara'yı saran bağların çoğu boş ve sahipsiz kalır. Bu bağların bir kısmında Katolik aileler yaşamlarına devam ederken, özellikle terkedilmiş ve harap olanlar devlet tarafından Ankaralılara satılır. "Ankaram" kitabı yazarı Şerif Erdoğdu’ya göre Ankara çevresinde 32 bağ ve bahçe semti olduğunu yazmaktadır. Bunların bir kısmı, Keçiören’de Çoraklık, Kızlarpınarı, Mecidiye, Hacıkadın Deresi, Karabağ, Solfasıl, Çin Çin Bağları, Karaca Kaya, Samanlık, Abidinpaşa, Kınalı Köşk, Frenközü , Seyran Bağları, Dikmen, Çankaya, Yukarı Öveç, Aşağı Öveç, Keklik, Çatlaklı, Söğütözü, Pamuklar Çiftliği, Etlik Bağları, İğdelidere ve Ayvalı olarak sayılabilir. Bu bağ semtleri çoğunlukla yüksek yerlerde veya dere vadilerinde olurdu. İçlerinde en çok bilinenleri kuzeyde Hacı Kadın deresi boyunda Keçiören, Hatip Çayı ve Ankara çayı ile Çubuk çayı boyunda Etlik, İğdelidere ve Ayvalı bağları, Dikmen deresinde Dikmen, Çin Çin bağları, İncesu deresi vadisinde ise Kavaklıdere, Çankaya, Küçük Esat, Seyran Bağları bulunurdu. Ankara'da bugüne kalan bağlarından Vehbi Koç'un Keçiören'deki bağının bir kısmı VEKAM olarak faaliyet göstermekte, Kavaklıdere'de Tunalı Hilmi beyin kızı Sevda (And) Hanımın şaraplık üzüm bağından son kalan ev Kuğulu Park yanında korunmakta, 1936 yılından kalan ve yapılaşmaya direnen Gazi Osman Paşa'daki Papazın Bağı'da halen turistik hizmet vermektedir.
Bu bağlarda bir ya da iki ahşap-kâgir bağ evleri, bahçeler, Ankara üzümleri, alıç, armut, gibi meyvelikler bulunurdu. Genellikle bağların içinden küçük dereler geçer, bağın suyu ya bu derelerden ya da kuyulardan sağlanırdı. Genellikle bu derelerin çevresinde kavaklıklar, söğüt ağaçları ve de meyve ağaçları yoğunlukla bulunurdu.
1930-1960 yıllarında Ankaralılar kışın henüz kent sınırları itibariyle Ulus ve çevresini aşmayan sınırlar içinde otururlar, bahar geldiğinde Nisan sonu Mayıs ayı başında çevrelerindeki sahip oldukları bağ evlerine göç ederler, Ekim ayının sonuna kadar buralarda kalırlardı. Maalesef günümüzde bu bağ bölgelerinin hemen hepsi kentsel yapılaşmaya açılmış bölgeler olarak eski yeşil alan niteliklerini tamamıyla yitirmiş ve artık Ankara'nın bağ yaşantısı, kültürü ve gelenekleri bu yanlış kentleşme politikalarının neticesinde yok olmuştur. Bugün çok az da olsa birkaç bağ evi restorasyonla kurtarılmış ve günümüze Ankara tarihinin bu güzel olgusunu numune olarak yansıtabilecek durumda kalmıştır.